Gıdı gıdı treniyle Perşembe pazarına gider, dönüşte komşularımızla anlaşır, pazardan sonra hepimiz aynı faytona biner, biraz fazla ödeme yaparak neredeyse kapımıza kadar faytonla gelirdik.
Paranın değerli olduğu günlerdi, rahmetli annemle 5 lirayla pazara gider haftalık ihtiyaçlarımızın hepsini alırdık. O zamanlar sera falan yoktu. Her şey zamanında alınır tüketilirdi. Mevsiminde ilk çıkan meyve ve sebzelere "Turfanda" denirdi.
Minik bir sepetim vardı. Pazara girince annem en önce kiraz, çilek gibi meyvelerden alır sepetime koyar, "Sen bunları taşı bana yardım et" derdi. O zaman henüz kimyasal ilaçlar, gübreler bu kadar yaygın değildi. Hem pazarı gezer, hem de sepetimdeki meyvelerden birer ikişer yerdim.
Özlediğimizden mi bilmem, turfanda domatesin, biberin, salatalığın tadı, kokusu bile şimdikilerden çok farklıydı. Çilekler şeker gibi, kayısılar, şeftaliler mis gibi kokar, lokum gibi tatlı olurdu. O yıllarda ithal muz yoktu. Yerli Anamur muzları, parmak kadar küçük, hıyarlar ise 30 santim kadar uzundu. Muz ancak zenginlerin sofralarını süsleyen pahalı bir meyveydi.
Sokaklarda, köşe başlarında el arabasıyla dolaşarak, soyup, tuzlayıp salatalık satan seyyar satıcılar olurdu.
Annem seyyar arabalarda satılan el yapımı sifonlu Nazilli gazozundan birer bardak alır beraber içerdik. Bir musluktan tatlı şurup, bir musluktan soda akardı. Gazozun tat ayarını biraz ondan, biraz diğerinden koyarak gazozcu yapardı.
Buzdolabının henüz evlere girmediği günlerdi...
Karcılar, kışın kar yağdığında, dağların kuytu yerlerinde açtıkları büyük çukurlara doldurup sıkıca bastıkları karları, üzerini dallarla örtüp, yaza kadar saklayıp, yazın eşek sırtında çuvallarla pazara getirip, satarlardı. Sıcaktan susayanlara verdikleri para karşılığı kadar karı, odun testeresiyle keserek verirlerdi... Alanlar karları ısırarak, emerek sularını akıta akıta yerlerdi.
Ellerinde kullanılmış rakı şişelerine doldurulmuş kara sülükleri, şişeleri birbirine vurarak satan sülükçüler...
Avazı çıktığı kadar bağırarak "Bodrum hakiminin canına nasıl kıydığı" gibi şeyler yazan , matbaa baskısı destanları satmaya çalışan karanlık tipli destancılar...
Köşe başında yeni çıkacak "ne yağı olduğu belirsiz" margarinleri ekmeğe sürüp tattıran seyyar reklamcılar...
O günlerin Nazilli Perşembe pazarından aklımda kalanlar anekdotlar...
Alışverişimiz bittiğinde...
Şimdiki Nazilli belediye binasının olduğu yerdeki, çay bahçesinin önündeki duraktan, faytona binerdik. Belediye otobüsü pazar sepetlerini almazdı. Hava iyi olduğunda faytona binmek güzel olurdu ama tren köprüsü yokuşundan inerken fayton, dolu ve ağır olduğundan, hele yerler de ıslaksa, atlar kayar tehlikeli durumlar yaşanırdı.
Yokuşu kazasız belasız inince faytoncu "Deah... cuk cuk cuk..." diye öpücük atar gibi sesler çıkararak atları kırbaçlar aşağı Nazilli'ye doğru hızlanırdık... İLHAN ÖDEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder